TÜRKONFED YÖNETİM KURULU BAŞKANI CELAL BEYSEL'İN SAMSUN BAŞKANLAR KONSEYİ AÇILIŞ KONUŞMASI

TÜRKONFED YÖNETİM KURULU BAŞKANI CELAL BEYSEL'İN SAMSUN BAŞKANLAR KONSEYİ AÇILIŞ KONUŞMASI

TÜRKONFED Yönetim Kurulu Başkanı Celal Beysel'in 1 Mayıs 2007 tarihinde yaptığı Samsun Başkanlar Konseyi açılış konuşması.

Sayın Valim,

Sayın Belediye Başkanım, Değerli Başkanlar, Saygıdeğer Konuklar,

Basınımızın Kıymetli Temsilcileri,

 

Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu Başkanlar Konseyi’nin bu yılki ilk toplantısına hepiniz hoş geldiniz. TÜRKONFED Yönetim Kurulu adına sizleri saygıyla selamlıyor, gösterdiğiniz katılımdan dolayı teşekkür ediyorum. Bu toplantımızın gerçekleşmesinde büyük emeği geçen tüm SAMSİAD üyelerine,  Başkan Celil Kurada’nın şahsında en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca, OKASİFED’in kurulmasında ve TÜRKONFED’e üye olmasında çok önemli rol oynayan Başkan Sayın Erdem Çenesiz ve yönetim kuruluna da şükranlarımı sunuyor ve bugünün hepimiz için verimli geçmesini diliyorum.

 

Değerli arkadaşlarım,

84 yıllık laik cumhuriyetimiz, 57 yıldır çok partili demokrasi ile yönetilmektedir.  Türk demokrasisi bunca yıllık tecrübe ile ergenlik çağını çoktan aşmış olmalı, yanlış yola sapmamak için uyarıya ihtiyaç duymamalıdır. Katılımcı demokrasinin çağdaş bir örneği olan, sivil toplumun laik demokrasimizi yaşatma refleksini barışçı bir yoldan ifade ettiği Tandoğan ve Çağlayan mitingleri, bu olgunluğa vardığımızın şaşmaz bir göstergesidir.

Bu bağlamda, son birkaç yıldır AB standartlarında bir demokrasiyi yerleştirme çabası içine girmiş olan ülkemizde, hangi gerekçeyle ve ne kadar iyi niyetli yaklaşımlarla olursa olsun, seçilmiş hükümete hala muhtıra verilebiliyor olmasını da demokrasi açısından içimize sindiremiyoruz.

Öte yandan, demokrasi, parlamentodaki çoğunluğun azınlığa istediğini dikte ettirdiği bir yönetim tarzı değildir. Laiklik konusunda toplumun geniş kesimlerinde uzun süredir var olan ve gitgide artan endişenin hükümet tarafından bu denli göz ardı edilebilmesi demokrasi kültürü açısından yanlıştır. İktidar partisinin üst yönetiminin, parti içi dengeleri, ülke dengelerine tercih etmesi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde uzlaşma arayışını yeterli seviyede sergilememiş olması, bugünkü sıkıntılı durumun temel sebepleri arasındadır.

Tabii ki ana muhalefet partisinin Cumhurbaşkanlığı seçimi hususunda gerginlikten siyasi rant elde etme çabasını da aynı şekilde yadırgıyoruz. Özellikle Anayasa Mahkemesi’ne, vermesi gerektiği kararı tebliğ edip, “aksi takdirde çatışma çıkar” diyen ana muhalefet partisinin, demokrasinin güçler ayrılığı prensibini içine sindirmemiş olduğu da açıkça ortaya çıkmıştır.

Tartışmaları uzatmamak, tansiyonu artırmamak için, bugün geldiğimiz noktaya bizi sürükleyen koşulları daha fazla dillendirmek istemiyorum.

Dün ve bugün aldığımız sosyal, ekonomik tepkiler ile AB ülkelerinden gelen mesajlar göstermiştir ki testi çatlamıştır.

Şimdi yapılacak tek şey, erken seçime başvurarak, milli iradenin yeniden oluşmasını hemen, acilen sağlamak, bu yolla hem toplumun demokrasiye olan inancını  tazelemek, hem de yıpranan, güven yitiren siyasi kadroların değişebilmesine olanak sağlamaktır. Türkiye, bu krizi, bir yenilenme fırsatına dönüştüremezse, çocuklarımıza hesap vermekte çok güçlük çekeriz.

Biz bugün TÜRKONFED çatısı altında toplanmış bulunan dernekler, daha 1998 yılında meselenin bu noktaya geleceğini öngörmüş ve siyasal sistemin değişmesi için önerilerde bulunmuştu. Siyasal Partiler Kanunu’nun parti içi demokrasiyi sağlayacak şekilde değiştirilmesini, seçim sisteminin dar bölgeli, nisbi takviyeli ve iki turlu hale getirilerek güçlü ve seçmenine hesap verebilen iktidarlar yaratılmasını, Cumhurbaşkanı’nın iki turlu seçimle halk tarafından seçilmesini “Siyasette Reform” raporumuzda önermiştik.

Bugün belki bu gündemin biraz uzağındayız ama sivil toplumun sistemdeki sorun üzerinde düşünmüş ve kendince alternatifler önermiş olduğunu hatırlatmak için  bunları dile getiriyorum.

Öte yandan, siyasi partiler yasası ve seçim sistemi ile ilgili, gelecekteki kilitlenmeleri önleyebilecek bazı değişikliklerin önümüzdeki seçim sürecinin içine sığdırılması zor görünse de imkânsız değildir.

Amaç bir yandan sosyal ve ekonomik açıdan normalleşmeyi yeniden ve hızla sağlamak, bir yandan da yeni krizlerin çıkmasını engellemek olmalıdır.

Sosyal açıdan normalleşmek, kutuplaşmanın ortadan kaldırılmasıyla mümkün olur ki iktidarıyla, muhalefetiyle, askeriyle, sivil toplumuyla sağduyulu davranış gerektirir.

Ekonomik açıdan ise son yıllarda atılan olumlu adımların bir anda yok olmasını engelleyici tedbirlerin alınması, popülizm batağına sapılmaması,  rehber  olmalıdır. Son yıllarda gerçekleştirilen ekonomik reformlar ve bunların sonucunda makro göstergelerde yaşanan iyileşmeler, bir müddettir duraklama gösteriyor. Rakamlar, büyüme hızımızın yavaşladığını, mali disiplinin aksadığını, enflasyon ve faizlerin beklenenden yüksek seyrettiğini gösteriyor. Bunların yanı sıra, cari açık ve işsizlik, önemli bir tehdit olarak varlığını koruyor maalesef.

Cari açığın bir problem olmaktan çıkması için ekonominin katma değeri  yüksek üretim çizgisini yakalayacak şekilde devam etmesi gerekiyor.

Duymaktan hoşlandığımız, gururumuzu okşayan hamasi sözler, gerçeklerle bağdaşmıyor. Acı gerçek şudur ki Türkiye’nin gelişmiş ülkeler ile arasındaki farkı kapatmayı sağlayacak bir büyüme çizgisine oturması, bizim henüz yalnızca kendi kaynaklarımızla başarabileceğimiz bir şey değildir.

Özellikle aldığı inisiyatife ve ana mesajlarına sonuna kadar katıldığımız Tandoğan ve Çağlayan mitinglerinden yükselen küreselleşme ve Avrupa Birliği karşıtı söylemleri yadırgadığımızın altını çizmek istiyorum.

Türkiye, sıfırdan yatırım yaparak yeni istihdam alanları açacak yabancı sermayeye ciddi biçimde ihtiyaç duymaktadır. Milli duygular adı altında yapılan yabancı  sermaye düşmanlığı kadar bu ülke insanına, işçisine, çiftçisine, sanayicisine zarar veren başka bir şey düşünemiyorum.

Yabancı sermayeyi çekmek için yatırımcıya çeşitli avantajlar sağlayan ülkelerle rekabet ederken bizim bir arsa tahsisini bile “ülke topraklarını peşkeş çekmek” olarak niteleyen bir zihniyete sahip olmamız günümüz koşullarında komik, acınası bir durum yaratıyor. İdare ile yargının anlaşmazlıklarının yabancı sermayeyi caydıran sonuçlar üretmesinin önüne mutlaka geçmek zorundayız.

Türkiye’de, gerek siyasette, gerekse bürokraside yabancı sermayeyi tehlike olarak gören anlayış değişmelidir. Çünkü asıl tehlikeli olan, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını yeterince çekemeyerek sıcak paraya mahkum kalmaktır. Sıcak para, bir günde çıkar gider. Ama sıfırdan yapılan doğrudan yatırım, hem istihdam yaratır, hem teknoloji getirir, hem de ilk krizde çıkıp gidemez.

Türkiye’de ekonominin çarkını çeviren dış kaynakların “sıcak para”dan, sıfırdan yatırım yapan doğrudan yabancı sermayeye doğru bir dönüşüm geçirmesi zorunludur

Bir önemli konu da, yabancı sermayenin kendi çabalarıyla ihracat yapmaya, dünya ile rekabet etmeye çalışan KOBİ’lerin gelişmesini destekleyecek ve bölgesel kalkınmaya katkıda bulunacak şekilde yönlendirilmesinin gereğidir.

Çünkü, Türkiye’de büyümeye hız ve istikrar kazandıracak, istihdam sorununa çözüm olacak, ülkenin gelişmesini rotasında tutacak en temel unsur Anadolu sanayicisidir, KOBİ’lerdir.

Değerli arkadaşlarım,

“Cari açığın azalması, katma değerin, istihdamın artırılması” diye bir nefeste söylediğimiz konular, ülkenin gelişmemiş yörelerinde bölgesel kalkınmayı gerçekleştirmeden olmaz. Bunu bütün partiler ve ülkeyi yönetmeye soyunanlar çok iyi kavramak durumundadır.

Biz TÜRKONFED olarak AB ülkelerinin kalkınmasında büyük rol oynayan ve ülkemiz gündemine iki yıl önce girmiş olan Kalkınma Ajansları’nın bölgesel  kalkınma için önemini birçok platformda dile getirdik. Kalkınma Ajansları’nın yönetiminde gönüllü sivil iş dünyası örgütlerinin temsilcilerinin de olması için mücadele ettik. Ne yazık ki hükümet, bu kurumların yönetimlerini ağırlıklı olarak kamu görevlilerinden oluşturdu. Ve daha da üzücü olanı, Danıştay Kalkınma Ajansları’nı ülke için tehlikeli bularak yürütmeyi durdurma kararı aldı ve Anayasa Mahkemesi’ne, kanunun iptali için başvurdu. Kalkınma Ajansları’nın faydası hususunda kamuoyunu bilgilendirme çabalarımız sürüyor.

Ardından organize sanayi bölgelerinin yönetiminin ticaret ve sanayi odalarına devredilmesiyle ilgili kanun tasarısının yanlışlığını ülke gündemine taşıdık. Burada da yönetimin mülk sahibi sanayicilerin elinde olması gerektiğini, demokrasiyi içimize sindirmemiz gerektiğini savunduk. Şimdilik yasanın çıkması ertelendi.

Her iki mücadeleyi verirken de amacımız, bürokrasiyi azaltıcı etkisi olabilecek ülke kalkınmasının en önemli manivelalarının yitirilmesinin önüne geçmekti.

Yine aynı şekilde, geçtiğimiz yıl içinde mesleki-teknik eğitim konusuna dikkatleri çekerek, bu konuda seminerler düzenleyip, sistem ve finansman üzerine araştırmalar gerçekleştirirken, amacımız, özellikle KOBİ’leri sıkıntıya sokan ara eleman sorununa çare bulmaya çalışmaktı.

Bu çalışmaları tüm heyecanımızla sürdürüyoruz ve sürdürmeye devam edeceğiz. Çünkü inanıyoruz ki doğru yapılanmış Kalkınma Ajansları, iyi yönetilen organize sanayi bölgeleri olmadan bölgesel kalkınma olmaz, meslek eğitiminin sorunları özel olarak ele alınıp çözülmedikçe de istihdam ve kalifiye eleman sorunu çözülemez.

Değerli arkadaşlarım,

TÜRKONFED olarak en az bu üç konu kadar önemsediğimiz bir başka konuyu bu yıl gündemimize aldık ve 2007 yılının temasını “İş Dünyasında Kadın” olarak belirledik.

Bildiğiniz gibi halen kadınların iş yaşamına entegrasyonu önünde çok ciddi engeller mevcut. Rakamlar da bu engellerin varlığını doğruluyor.

İstatistiki olarak karşılaştırdığımızda AB’de çalışan kadın oranının % 55.1,  Türkiye’de ise sadece % 26 olduğunu görüyoruz. Sadece bu veriler bile, batılı ülkelerle aramızdaki farkı çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Kadınların, eşit statüde bireyler olarak toplumsal yaşamın her alanına katılımı için en önemli kıstas, kadının iş yaşamında yer almasıdır. Bunun için de eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması öncelikli yapılması gereken konular arasında. Bugün hala kız öğrencilerin eğitime erişimi erkek öğrencilerin gerisinde. Bir diğer önemli sorun ise, çocuk ve yaşlı bakımıdır. Bu görev sadece kadınların görevi gibi algılanmakta, dolayısıyla kadının çalışması zorlaşmaktadır. Halbuki çocuk ve yaşlı bakımı ailenin, işverenin ve devletin ortak sorumluluğu olmalıdır. Bugün Fransa’da çalışan annelerin çocuklarına bakım masraflarını karşılayacak maddi destek verilmektedir. Benzer uygulamalar ülkemizde de var olmalıdır.

İş Kanunu’ndaki kadınların lehine görünen birçok düzenleme de aslında kadının çalışma hayatına girişini zorlaştıracak nitelikte olabilmektedir. Örneğin iş yerlerinde çocuk bakımı alanları açılması şartı, kadın işçi sayısına bağlanmıştır. Bu da işverenlerin kadın çalışan istihdam etmekten kaçınmalarına neden olmaktadır. Oysa sanayinin yoğunlaştığı OSB’lerde devletin de desteği ile kurulacak ve tüm bölgedeki kadın çalışanların çocuklarının yararlanabileceği kreşler, bu bölgelerde kadın istihdamının artmasını sağlayabilir.

Değerli Başkanlar,

TÜRKONFED olarak, bu konuyu 2007 yılının konusu olarak kabul ettiğimizi ilan ettiğimiz günden bu yana gerçekleştirdiklerimizi de sizlere aktarmak istiyorum. İlk olarak, Şubat ayında farklı kesimlerden temsilcilerin katıldığı bir toplantı  düzenleyerek konunun önceliklerini ve sınırlarını belirledik. Toplantı sonucunda kadınların iş dünyasına katılımı ve bu konuda öneriler içerecek raporumuzun taslak çalışmasını oluşturduk.

Üç temel konu çerçevesinde oluşturacağımız raporumuzda her biri alanlarında uzmanlaşmış danışmanlar ile çalışıyoruz.

Bunlar dışında, bir önemli çalışmamız da, bölgelerde sektörel üstünlüklerin belirlenmesine yönelik araştırmamız.  Birazdan  sizlerle  “Orta  Karadeniz  Bölgesi’nde Karşılaştırmalı  Sektör  Analizi  -  Sorunların  ve  Göreli     Üstünlüklerin

Tespiti Araştırması” çalışmamızın sonuçlarını paylaşacağız. Bu çalışmaların özellikle Kalkınma Ajansları’nın faaliyetlerine çok önemli katkıları olacağına inanıyoruz.

Değerli konuklar,

Sözlerimi tamamlarken, Türk demokrasisinin bugünkü olgunluk seviyesinin, mevcut krizi demokrasi içinde aşmak için yeterli olduğuna olan inancımı tekrarlamak istiyorum. Daha da ötesinde, bu krizi, ülke için demokrasiyi güçlendiren bir fırsata dönüştürmenin hepimizin görevi olduğunu düşünüyorum. İktidar da muhalefet de geçmiş hırslarından arınarak, yakın tarihimizden gerekli dersleri çıkartmalı, AB üyeliğinin insan haklarına saygılı, katılımcı, laik bir demokrasi ile mümkün olduğunu unutmadan bu görev üzerine odaklanmalıdır. Toplumun, seçmenin karşısına çıktıklarında kendilerine öncelikle bunun hesabı sorulacaktır.

Beni sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.

Paylaş: